Ana içeriğe atla

Bab-ı Esrar


Ahmet Ümit okumayı pek sevdim ben. Daha önce Patasana'yı okumuştum. Çok beğendiğimi hatırlıyorum ama bir daha da Ahmet Ümit kitabı geçmemişti elime. Sonunda bir tane alacağım dedim ve tarih sırasına bakmaksızın Bab-ı Esrar' ı alıverdim. Öyle güzel, sürükleyici ve doyurucuydu ki sanırım bundan sonra, tarih sırasına göre tüm kitaplarını okumaya çalışacağım.

Bir sigorta şirketinde çalışan Karen Kimya, bir otel yangınını araştırmak için yıllar sonra Konya'ya gelir. Bu Karen için farklı bir yolculuk olacaktır çünkü babası eskiden Konya'da yaşamış bir sufidir. Daha sonra Karen'in annesine aşık olacak, ilahi arayışını bir kenara bırakıp Londra'ya gidecektir. "Kimya" ikinci adını da, Şems'in karısından esinlenen babası vermiştir zaten. Fakat Karen 10 yaşlarındayken babası "İlahi arayış"'ına daha fazla kayıtsız kalamamış ve bu "aşk" için evi terketmiş, Karen ve annesini Londra' da yalnız bırakmıştır. Karen'in babasına olan kızgınlığı bu yolculuğu çok daha ilginç kılmaktadır. Zira Konya' nın herhangi bir sokağı, gördüğü bir cami ya da duyduğu bir söz kolayca babasını hatırlatmaktadır.

Ancak bu yolculuğu ilginç kılan sadece babası ile olan anıları değildir. Aynı zamanda otel yangınının gerçekleri ve karşısına çıkan gizemli bir adam da tüm yolculuğa büyük bir esrar katmıştır. Karen şimdi bir yandan yangın için raporunu yazmaya çalışırken, bir yandan da babasını daha iyi anlamanın derdindedir. Tüm bunların yanı sıra karşısına olur olmaz yerlerde çıkan gizemli adamın kim olduğunu da çözmeye çalışmaktadır.

Oldukça esrarengiz olan bu hikayeyi özetlemeyi başardım mı emin değilim :)

Ahmet Ümit' in polisiye kurgu başarısı aşikardır zaten. Ancak bu kez bu polisiyeye Mevlana ve Şems' i de dahil etmiş olması kitabı hem sürükleyici, hem de doyurucu kılıyor.

Üstelik olayları iki farklı görüşteki insan açısından anlatarak objektiflik sağlıyor. Karen' in babası yani kendisini "İlahi Aşk"'a adayan bir sufi ve Karen' in annesi, yani dinlerle çok işi olmayan ama meraklı bir hippi. Bu iki insanın birbirine aşık olması da ayrı bir öykü zaten. Ama olaylara bu ikisi açısından yaklaşmak bence çok akıllıca.


Kitap harika bir polisiye ve derin ilahi konuları içere dursun, ben, hoşuma giden bu ikiliği anlatan bir kısmı aktaracağım...

"...En çok sevdiğim şiiri ise, annemle babamın üzerinde saatlerce tartıştıkları şu dizelerdi.

Her gün  bir yerden göçmek ne iyi
her gün  bir yere konmak ne güzel
bulanmadan donmadan akmak ne hoş
dünle beraber gitti cancağızım
ne kadar söz varsa düne ait
şimdi yeni şeyler söylemek lazım.


Annem çok severdi bu şiiri ancak "bulanmadan, donmadan akmak" kısmına katılmazdı. "Yeryüzünün bütün akan suları bulanır, geçtiği yerlerin kiri, pası, çamuru, suyun saydamlığını bozar. Kış güçlüyse donar. Önemli olan bulanmamak, donmamak değil, akmaktır. Su akabildiği sürece , yeniden temizlenmek, soğuğun donduruculuğundan kurtulmak umudu vardır. Kimse saf, kimse masum değildir. Yaşayan kirlenir; önemli olan safiyeti, masumiyeti yaşamın amacı haline getirmektir. Aslolan yaşamdır. Yaşam olduğu sürece saf olmak, masum olmak umudu da vardır." Babam bu düşünceye karşı çıkmıştı. "Suyun özü temizdir" demişti, "insanın özü de. Önemli olan bunca kötülüğe, bunca zalimliğe, açgözlülüğe karşı özümüzü koruyabilmek. Dünyanın en zor işi bu. Gündelik hayat acımasızlık çarkı üzerinde dönüyor.  Bizi o masum özümüzden uzaklaştırmak için hayat birbirinden parıltılı ilişkiler sunuyor. Yalanla, sahtekarlıkla, bencillikle cilalanmış ilişkiler. Nefsimizin iştahını kabartacak renkli oyuncaklar. Ruhumuzu köle edip, aklımızı bedenimizin emrine sokmak için. İşte buna karşı uyarıyor bizi Mevlana Hazretleri. Ve kirlenmemiş olana, bulanmayana, donmayana övgü düzüyor."


Tartışma uzlaşma olmadan sona ermişti. Ben kime hak verdiğimi hatırlamıyorum, ama o günden sonra bu şiir hep aklımda kalmıştı."

Şimdi hazır bu kadar Mevlana ve Şems olaylarına girmişken kitaplığımda uzun zamandır duran Elif Şafak' ın Aşk isimli kitabını okumanın tam zamanıdır diye düşündüm ve başladım okumaya. Onu da en kısa sürede yazacağım...




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sünger Bob ve Patrick... :)

Bir taş boyama daha tamamlandı. Hem zaman güzel geçti hem de minik bir kalp mutlu edildi (yani umarım...). :)))

Telgrafın Tellerine Kuşlar mı Konar ?

Üçüncü etamin işimi de bitirdim. Aslında örnek aldığım fotoğrafta bu kuşlar 4 tane idi ve kalp şeklinde kuyrukları vardı. Ancak hem benim kasnağıma sığmadığı, hem de fazla kalabalık durduğu için ben biraz değiştirdim. Ha bir de göbekleri beyazdı, ben kendi renklerinin açık tonlarını tercih ettim. Bu hali bence daha güzel oldu. Son bir adım kaldı. O da çerçeveletmek. Noel Babayı da henüz çerçeveletmedim. Çerçeveciyi ihya edeceğim bu gidişle. Puzzle, etamin derken bir sürü şeyi biriktirdim çerçeveletmek üzere.  Şimdiki projem bir doğum günü hediyesi :) Hadi bakalım. Bir işe başlamak, o işin yarısıdır derler...  Güm güm...   Göbekleri de doldurduk mu, tamamdır...  Favorim...

Sid' in İntikamı...

Nasıl ki Star Wars serisinin en dramatik ama en sevdiğim bölümü "Revenge of the Sith" ise, şimdiye kadar yaptığım en zor kanaviçe de bu oldu ( Cümleyi toparlayana bir yastık hediye edeceğim :)) ) . Kısaca anlatmak istiyorum hikayesini.... Her şey arkadaşıma doğum günü hediyesi projemle başladı. Ona bir şeyler işlemek istiyordum ama sevdiği bir şey olsun diye düşündüğümden ağzını aramaya başladım. Bir muhabbetin ortasında,  Ice Age' deki Sid' i çok sevdiğini öğrendim. Tamamdır dedim, Sid' i işleyeceğim. Oturdum bilgisayar başına Sid şablonu arıyorum. Kesin vardır diye de anlamsız bir özgüvenim var. Ama yok, yani istediğim gibi yok. Ya küçük ya da aradığım gibi değil.  Tabii ben ümitsizliğe kapıldım ve başka bir şey yapayım bari girişimlerine başladım ama aklım kaldı Sid'de. İçimdeki "yapabilseydim çok güzel olacaktı" sesleri baskın çıktı ve şablonunu kendim çıkarmaya karar verdim   Önce bir Sid fotoğrafı buldum. Sonra onu