Ayakkabı tamircisi...
Bundan yıllar önceydi. Annemle Erzurum sokaklarında geziyorduk. Erzurum' u görenler bilir yollardaki parke taşlarını. Arnavut Kaldırımı gibi değil, daha şekilsiz ve daha aralıklı. Şimdi belki yenilemişlerdir bilmiyorum ama o zamanlar öyleydi en azından. Tam bir topuk düşmanı. İşte annem de o düşmana yenildi ve yürürken ayakkabısının topuğunu kırdı. Hemen yakındaki bir ayakkabı tamircisine girdik.
Küçücük bir dükkanı vardı. Yaklaşık 3 metreye 1,5 bilemedin 2 metrelik bir alan. Yaptırabildiği kadar raf yaptırıp, elinden geldiğince ekonomik kullanmıştı adam dükkanını. Nerede olduğunu göremediğim bir radyodan eski türkülerin melodileri geliyordu. Önünde makinası, arkasında raflar, sağında solunda yığılmış ayakkabılar ile sanki oranın bir parçası gibiydi adam. Saç sakal birbirine karışmış, eller nasırlaşmış neredeyse çalıştığı tahta tezgahın dokusunu almıştı. Dış dünya umrunda değildi. Sanki o tezgah ile dünya arasına bir sınır çizmişti ve ne dışarı çıkıyor, ne de içeri kimseyi alıyordu. Dükkanından ve hayatından memnun bir hali vardı. Neden olmasındı ki. Orası, ekmek parası kazanacağı yegane şeydi ve ona sıkı sıkı tutunmuş gibiydi. Yani o adamın akşam orada o halde uyuyup, sabah olduğu yerde gözlerini açıp çalışmaya başladığını söyleseler inanırdım. Üzerindekilerin rengi bile, koyu, daha çok siyah ve kahverengi ayakkabılara uyumluydu. Dükkan neredeyse bu iki tondan oluşuyordu. Tek bozan bizdik o havayı. Nispeten daha renkli giyinmiş annem ve ben.
O tür dükkanlara girenler bilir, bir koku hakimdir oraya. Yapıştırıcı, boya ve plastik karışımı bir koku. Bu öyle bir kokudur ki keskindir ama rahatsız etmez. Kutsaldır aynı zamanda çünkü etraftaki tüm ayakkabı ve ayak kokularını kapatıyordur. Adamın üzerine sindiğine de eminim bu kokunun. Onun hayatının vazgeçilmez bir parçası olduğuna. Ola ki bu adam evine, karısına ve çocuklarına gidiyorsa (ben hala o dükkanla bütünleştiğine inanıyorum) çocuklarının o kokuya aşinalığına da eminim. Balıkçı çocukları gibi, marangoz çocukları gibi.
Annem ayakkabısını çıkarıp adama uzattı. Ben dükkanın kapısında duruyordum. O kadar küçüktü ki iki kişi orada oturamazdı. Annem de adamın tezgah-makina karışımı hayatla çizdiği sınırın önünde, küçük, hasır bir tabureye zar zor oturmuştu. Orada ayakkabısını çıkaranlar için oldukça eski bir çift terlik vardı ve annemin o terliğe bakışından giymeyeceğini tahmin etmiştim. Annem terliği topuğu ile basarak kullandı sadece.
Derken adam aldığı ayakkabı üzerinde çalışmaya başladı. O nasırlaşmış elleri bir anda değişmişti gözümde. Nazikleşmişti. O ellerin öyle hassas olabileceğini düşünemezdim. Adeta bir sanat eseri gibi davrandı ayakkabıya. Yavaş yavaş, sabırla, özenerek işledi ayakkabıyı. Nazik ama çok ciddiydi. Bu ciddilik asık suratlılıkla yaptığı bir şey değildi ama. O yüz ona yıllar önce adapte olmuştu, belliydi. Yani gülebilse, gülerek yapacaktı işini ama o öyle çok gülen adamlardan değildi. Belki evinde, çocukları ile...Gerçekten bir evi var mıydı o adamın?
Topuğu çaktı, ucunu düzellti sağına soluna bakıp birşeyler yaptı, "boya da yapayım mı abla dedi" . Annem "olur" dedi ve ayakkabının öteki tekini de verdi adama. (bu meşhur terliğin diğer tekini de kullanmak zorunda olması demekti). Erzurum' un boyacıları meşhurdur. Hani her şehirde vardır tabi ama bir başkadır oradaki boyacılar. En basitinden, en caf caflı tezgahı olanına kadar hepsi de hızlı hızlı darbelerle ve ustalıkla yapardı işlerini ama en çok müşteri beklerken fırçalarla tutturdukları tempo hoşuma giderdi. Kısaca, alışkındım ayakkabı boyamayı izlemeye. Ama böylesini değil. Yavaş mıydı? Hayır hızlıydı ama öyle güzel, öyle ustalıkla yapıyordu ki işini, ağır çekim izliyor gibiydim.
Adam 10 dakika boyunca uğraştı ve annemin neredeyse yeni bir çift ayakkabısı olmuştu. Annem, "borcum ne kadar" dedi adama ve adam gayet övünür bir şekilde "500 lira" ya da ona yakın bir şey dedi. O zamanın parasal durumunu tam hatırlamıyorum ama bugünün neredeyse 1 TL sine tekabül edecek bir rakam söyledi yani. Annemle ben, birbirimize baka kalmıştık. Yani bugün o işi rahat 5 TL ye yaparlar değil mi, hatta bazı yerler 10 TL ister. Ama adam o kadar az bir rakam istemişti ki, annem nasıl yapıp nasıl edip daha fazla para verebilirim diye düşündü bir iki dakika. Eminim çünkü elindeki paralara bakışından anladım. Adama diyemezdin ki çok ucuz bu diye. Neyse annem dediği miktarı vermeye karar verdi. Benim içim gitmişti ama belki de en doğrusu buydu. Adam aldığı o üç kuruş para için bereket duasını da esirgemedi ve biz bir kere daha şaşırdık.
Yola çıktık tekrar annemle ama ben düşünmeden edemiyordum. Adam sabahtan akşama kadar hiç duraksamadan çalışsa kaç ayakkabı yapardı ki? Günlük ne kazanıyordu acaba? Yoksa bize mi az söylemişti? Sonra yere baktım, bu kez taşların düzensiz olması beni mutlu etti. Bu o adam için daha çok müşteri demekti.
Emek ne kadar garip bir şey. İnsanların emeğinin değerini bilmemesi, birilerinin onlara öğretmemesi de öyle. Belki o tamirci ilkokul mezunu bile değildi ama iş ahlakında master yapmıştı benim gözümde. Bugün bile ne zaman işini düzgün, gocunmadan, özenle yapan ve bunu yapabildiği için mutlu olan birini görsem bu tamirciyi hatırlıyorum.
Çok güzel, teşekkürler.
YanıtlaSilgüzel yazı, o kokuyu hissettim şu an odada.
YanıtlaSilher kim yazdıysa güzel yazmış
YanıtlaSilizlenim güzel
insanlarda otak noktalar var demek ki
Ben, şahsen, bizzat, kendim :)
Silaslında bütün mesele bu her ne yapıyorsan ve ne isen şikayet etmeden yaşamak meselesi
SilÇok güzel yazmışsınız .)
YanıtlaSiletkilendim valla helal olsun 5 yıldız benden..hll
YanıtlaSilOrtami hissettim gercekten guzeldi =]
YanıtlaSilgüzel bir anı.. ve cok güzel yazıya dökmüşsünüz tebrıkler :)
YanıtlaSilKardeşim çok güzel bir yazı. sen Erzurumlumusun bilmiyorum. Ben Erzurumluyum. Sanırım tarif ettiğin o kaldırımlar. Yakutiye medresesinin bahçesindeydi. o kaldırımlar daha doğrusu o geniş bahçe değişti artık bir meydan orası. yakutiye kent meydanı. dediğin ayakkabıcı tam olarak nerde bilmiyorum daha önce oralarda hiç ayakkabı tamircisine rastlamadım. ama dediğin gibi küçükse öyle gözünün rastlayabiecei bir yerde değildir. o yüzden hiç aklıma gelmiyor. tekrar çok güzel bir yazı.
YanıtlaSilErzurumluyum ben de :) inanın o ayakkabıcı nerede hatirlamiyorum. Çocuk aklıma aklımda o dukkan ve o adam kalmıştı. Eminim çok değişmiştir. Yıllardır gitmiyorum :-|
YanıtlaSilÇok güzel bir yazı. Beni çocukluğuma götürdü. Balıkesir'de diplomalı tamirci diye ün salmış ayakkabı tamircisi babacığımı anımsadım, hüzünlendim. Tam babamı tarif etmişsiniz hatta Üniversiteyi Erzurum'da okuduğu için biran orda okul yıllarında tamir dükkanı açmışmıydı acaba diye düşünmeden edemedim. Küçücük dükkanında kendine çizdiği sınırda yaşayan, ayakkabıyı eline alınca bir heykeltraş hassassiyetiyle sanatkara dönüşen, sorunları "tabandan" çözen, müşterilerine, eş dost akrabalarına hizmet verirken edebi sohbetlerle de ruhunu doyuran, ama en çokta bahsettiğiniz gibi dış dünyayla değil iç dünyasında yolculuk yapan şahsına münhasır özel bir insandı. Sonra İstanbul serüveniyle yeni açılan bir sayfa ve anılarımda hapsolan ayakkabı dükkanı, yapışkan kokusu, tak tak çekiş sesleri, raflarda dizili alınacaktan çok alınmayıp unutulan ayakkabılar, babamın her yanına uğradığımızda ısmarladığı gazoz, bakkal yarbay amca, sonraki yıllarda berber muzaffer, bülent kırtasiye, evin yoluna doğru uzanan bir koridora beni çeken güzel yazınız...
YanıtlaSilMerhaba, yorumunuzu ne kadar geç gördüm ve çok üzüldüm bu duruma. Yorumunuz için çok teşekkür ederim. Hala unutamadığım bir anım bu hikaye. Ve işini hakkıyla severek yapan kimi görsem bu günü hatırlıyorum. Dünyayı daha iyi yapabilecek insanları. Sevgiler...
Sil